HAREM-İ HÜMAYÜN
Osmanlı hareminin kafesli duvarları arasında
sınırlanan mahrem hayat, yüzyıllar boyunca batı dünyasının ilgisini çekti;
edebiyata ve sanata ilham kaynağı oldu. Pek çok kişinin erotik hazlarla dolu
bir mutluluk evi olarak hayal ettiği harem, aslında amansız savaşlara sahne
oluyordu. Sultanın beğenisini kazanmak, katı hiyerarşide iyi bir konum elde
edebilmek ve canını kurtarabilmek için göğüslenen savaşlara… Köle ya da tutsak
kadınların padişahın gözde cariyelerinden biri olana kadar zor koşular altında
yaşayıp eğitim gördüğü, sonrasında ise müthiş bir şaşaa içinde türlü
entrikalara göğüs gerdikleri bir hayat.
Osmanlı’nın başka hiçbir kurumu, hükümdara ait harem
kadar batı dünyasında ilgi görmemiştir. Hiçbir kurum, harem kadar fantezilerini
süslememiştir. Herkes haremin
duvarlarının ardında neler yaşandığını merak etmiş, fakat kimse gerçeği tam
olarak öğrenememiştir. Batı edebiyatı ve sanatına göre harem, köle veya tutsak
olarak elde edilmiş genç ve güzel kadınların hükümdarın kalbini çalmak için
yarıştığı, gücü ele geçirmek için tehlikeli planlar yaptığı, rekabetin gizliden
gizliye sürdüğü bir Altın Kafes’tir. Güzellik ve bakım için müthiş bir masrafın
yapıldığı, hiçbir şeyin eksik olmadığı, ancak sürekli bir didişmenin yaşandığı
erotik bir oyun alanı; kanlı entrikaların sahne aldığı bir mutluluk evi; kapalı
kapıların ardında müstakil varlığını gizemli bir şekilde sürdüren mahrem bir
dünya… Harem, bunların hepsiydi. Ancak hepsinden önemlisi, hanedanlık gücünün
muhafaza edildiği, son derece sağlam bir hiyerarşik düzenin uygulandığı, çok
sıkı kurallara, ritüellere sahip bir yer, bir eğitim kurumu idi.
Geçmişte Antik Pers ve İsrail krallarının, sonraları
Bağdat halifelerinin de özel haremleri olmuştu. Bu geleneğe uyan Osmanlı
sultanları da daha sonra, imparatorluklarındaki en güçlü adamlar tarafından
aynı şekilde taklit edildiler. İmkanı olan, kendisine büyük ya da daha küçükçe
bir harem kuruyordu. Ne var ki hiçbiri Topkapı Sarayı’ndakinin şan ve şöhretine
sahip değildi. Üç yüzden fazla oda, dolambaçlı koridorlar, merdivenler ve gizli
geçitlerden oluşan, bir labirenti andıran muazzam bir yapı… İçeride görkemli
salonlar ve mescitler, kocaman banyolar ve aydınlık, süslü avlular bulunuyordu.
Kapı kemerleri, şömine ve havuzlar parlak mermerdendi; kapılar sedef kakmalar
ve fildişiyle bezeliydi. Duvarlar ise enfes çinilerle kaplıydı. Kadınlar altın
broş ve kolyelerini, mücevherlerini, Şam kumaşından ve ipekten elbiselerini
küçük sandık ve kutularda saklıyorlardı. Kıymetli halılar ve yastıklarsa döşek
olarak kullanılıyordu.
Aslında tüm bu ihtişam, hanedan ailesinin
dairelerine ve bunca görkemin biricik eksik dekoruymuşçasına sultanın maiyetine
katılan güzel ve cazibeli cariyelere, yani gözdelere mahsustu. Buna karşın
haremin yarısından fazlasına dar oda ve koğuşlar, mutfak ve çamaşırhaneler,
ufak tefek kilerler ve tek bir revir düşüyordu. Saray ahalisinin çoğunluğu
burada yaşıyor, sultan tarafından geri çevrilmiş ya da henüz ona sunulmamış
kızlar, çoğunluğu Afrika kökenli olan hizmetlilerle bir arada kalıyordu. İddialara
göre bu kapalı saray mahallindeki kadın ve kızların sayısı bir ara 1200
civarına kadar çıkmıştı. Hepsi köleydi. Yasal olarak özgür olanlar sultanın
kızları ve kız kardeşleri, bir de teorik olarak eşleriydi.
Ne var ki 15,yüzyıldan itibaren III.Selim’de dahil
olmak üzere 36 Osmanlı padişahının büyük bir kısmı nikahlanmayı tercih etmedi.
İslam hukukuna göre, bir erkeğin kölelerinden sahip olduğu çocuklar da meşru
çocuklarıyla aynı haklara sahip oluyordu. Bu, hanedanlık açısından son derece
avantajlı bir kuraldı. İstedikleri kadar çok köle cariyeyle ilişki kuran
sultanların taht varisi için endişelenmelerine gerek kalmıyordu. Diğer taraftan
iktidara aç akrabaların istekleriyle de uğraşmak zorunda da değildiler.
Zamanında kesin bir kural olarak her cariyenin yalnızca tek oğlan doğurma hakkı
vardı. Böylece sultanlar, bu kadar çok kadına karşın çoğu zaman idare
edilebilecek sayıda erkek varise sahip oluyorlardı.
Şehzadeler arasındaki acımasız iktidar savaşları
yüzyıllardır alışılagelmiş bir durumdu. 15.yüzyılda sultan olan II.Mehmet bu
duruma daha önce hiç olunmadığı kadar barbarca, ancak bir o kadar da yararcı
yaklaştı. O günden itibaren bir sultanın ölümü, sayı fazlası şehzadelerin de
ölüm habercisi oluyordu. Yeni hükümdarın hizmetindekiler, onları geleneksel usule
uygun olarak bir yay kirişi ya da ipek bağ ile boğarak öldürüyordu. Bu yöntemin
tercih edilmesinin en önemli nedeni, hükümdarın çatısı altında kan akmasına
izin verilmemesiydi.
Hal böyle olunca, Osmanlı haremi bitmek tükenmek
bilmeyen entrikaların sahnesi haline dönüştü. Oğlunu korumak isteyen bir gözde
ya da eş, onun tahtın varisi olmasını garantilemek için kararlı bir şekilde
savaşmak durumundaydı. Ancak kendisi için de pek çok risk bulunuyordu. Savaşı
kaybetmesi halinde, taht değişiminden sonra ıssız Eski Saray’da(Gözyaşı Sarayı)
diğer sürülmüş cariyelerle gözlerden uzak bir yaşam sürmeye mahkum oluyordu.
Eğer galip gelen oğlu ise valide sultanlığa, yani Topkapı Sarayı’ndaki mutluluk
evinin hükümdarlığına yükseliyordu. Her ne kadar kanunlar nezdinde bir köle
olsa da, o artık imparatorluktaki en güçlü figürlerden biriydi!
Aynı anda yaşanan tehlike ve umut, ana ile oğlunu
sıkı sıkı birbirine bağlıyordu. Valide sultanın, dilediği zaman hükümdara
erişim ayrıcalığı vardı. Oğluna hangi kızların sunulacağına bile o karar
veriyordu. Aslında bu bile başlı başına zorlu bir karardı. Cariye hoşuna
gitmezse oğlu homurdanacak; çok hoşuna giderse bu kez sultana söz geçirmek
konusunda kendisine bir rakip yaratmış olacaktı!
16.yüzyılın sonlarından itibaren bir dizi harem
kadını, etkilerini daha geniş çaplı bir iktidara yayma imkanı yakalayıp
imparatorluğun hükümdarı konumuna yükseldi. Mesela II. Selim’in gözdesi Nur
Banu, efendisinin zaafları sayesinde onu yönetmeyi başarıvermişti. Venedikli
bir sefir, sultanı Kıbrıs şaraplarını içmekten kızarmış, kısa boylu, yemedeki
ölçüsüzlüğünden yağ çuvalına dönmüş bir figür olarak tasvir etmektedir. Yine o
dönemde anlatılanlara göre Selim günlerini erotik hazlar, sarhoşluk ve ağır bir
tembellik içinde geçiriyordu. İddialara göre sonunda bir gün sarhoşken başını
hamam mermerine çarptı ve hayatını kaybetti. Böylece Nur Banu’ya valide sultan
olma yolu açıldı ve iktidarı ele aldı. Bu kez oğluna devamlı yeni, çekici yatak
arkadaşları sunuyor onu ve onun gözü yükseklerde cariyesini devlet idaresinden
uzak tutuyordu. Valide sultan artık siyaseti tek başına yönetiyordu.
Kösem Sultan’ın eşi I. Ahmet, kardeş katlini
kaldırmış ve onun yerine şehzade zindanlarını uygulamaya konmuştu. Şehzadeler,
kale misali karanlık, pencerelerinde demir parmaklıkların bulunduğu odalarda
tutuluyorlardı. Öyle ya da böyle izole bir hayat geçiriyor, ellerinin altında
hizmetliler, oynaşacak kızlar ve başka lüksler olmakla beraber dış dünyayla
hiçbir iletişim kuramıyorlardı. Entrikalar ve cinayetler hız kesmeden devam
ettiği için bazı veliahtlar psikolojik olarak dengesizleşiyorlardı. Zira
sürekli, günün birinde boğularak öldürülecekleri korkusuyla yaşıyorlardı.
Kösem’in hayatı trajik bir şekilde noktalandı. 1648
yılında deli oğluyla beraber bir saray ayaklanmasına kurban gitti. Haremağaları
tarafından dairesinden sürüklenerek çıkarıldı, dayak yedi, üstü başı
parçalandıktan sonra Harem’den çıkartılıp saray bahçesinde boğazlanarak
öldürüldü. Tüm bunların ardındaki isim ise, Kösem’in yaşı tutmayan oğlu IV.
Mehmet adına devleti yönetecek olan yeni valide sultan Turhan’dı.
Anlatılanlara göre, bu güçlü kadınların etki
alanlarını harem duvarları dışına taşıyabilmek için, paravan arkasında durarak
devlet adamları ve ileri gelenlerle görüştükleri resmi bir kabul odası vardı. Kumaş
ve mücevher tüccarlarını, gizli mektuplaşmaları sağlayan, gayri resmi
haberciler olarak kullanıyorlardı. Hususi bir güç elde etmeyi başaran yegane
saray köleleri, harem ila dış dünya arasında bir sarkaç gibi özgürce
salınabilen harem ağalarıydı.
Hatırı sayılır bir servetin sahibi olan valide
sultanlar, oğullarının her kutlama ve etkinliğini de yönetiyorlardı. Sultan
olmadığı zaman yerini onlar dolduruyordu. Mesela Kösem Sultan, cami alayında ya
da gezintiler esnasında halka kendini gösteriyordu. Altın işlemeli at
arabasının içinden sadece peçeli yüzü görünse de, herkes yanlarından hükümdarın
geçtiğini biliyordu. Ara sıra arabasının etrafı kalabalıklar tarafından
çevreleniyor, tebaa hayır duasını alabilmek için ona tılsımlar, kıyafetler gibi
hediyeler sunuyordu. Olaya şahit olanların ifadesine göre o da onlara iyi
dilekleriyle karşılık veriyordu. Serveti bir çok kaynaktan besleniyordu. Onu
yıldan yıla milyoner yapmış günlük bir geliri vardı. Sadece kendisine bağlı
uçsuz bucaksız topraklardan gelen gelir bile kasasını doldurmaya yetiyordu.
Ayrıca İstanbul’da güzel kira getiren evleri vardı. Teorik olarak serveti
üstünde tek başına söz hakkı vardı. Ama yine de bir Valide Sultan olarak ondan
beklenen parasını her şeyden önce devletin hayrına harcaması idi. 1550 ile 1700
yılları arasında büyük ibadethanelerden çoğunun kadınlar tarafından
bağışlandığı İstanbul’da, Kösem de bir cami inşa ettirdi, halka açık hamamlar
ve bir kervansaray yaptırdı. Sosyal ve dini kurumlara bağışlarda bulundu. Mekke
hacılarına su sağladı ve yılda bir kez ihtiyaç sahiplerine gömlekler, mantolar,
türbanlar, sarıklar ve kavuklar dağıttı. İyi bir evlilik yapma şansları olmayan
öksüz kızlara çeyiz bağışladı. Kölelerini de kısa sürede azat ediyor ve
geleceklerini en iyi şekilde tanzim ediyordu.
III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan 1789’da Gözyaşı
Sarayı’ndan törenle alındığında, dünya büyük bir karışıklığın arifesindeydi.
Avrupa, ordularını neredeyse dört bir yandan Osmanlı’nın üstüne salmıştı.
İmparatorluk baskı altındaydı, ya kendini modernize edecek ya da
parçalanacaktı.
III. Selim bu durumu kavrayan ve reformlara cesaret
etmiş bir dizi sultanın ilkiydi. Ancak bunların kendisine hiçbir faydası
dokunmadı. Yenilik karşıtı yeniçeriler tarafından 1807 yılında tahttan
indirildi.
19. yüzyılda sırasıyla ordu, idare ve hukuk zamanın
gereklerine uyduruldu. Haremin ve valide sultanların iktidarlarının da sonuna
gelinmişti. Hükümdar ve haremi de dahil olmak üzere maiyeti, Boğaz’daki yeni,
görkemli saraylara taşındı. 1908-1909 arasında Genç Türkler, saltanatı bilfiil
sona erdirdiler. Sultan II. Abdülhamid istifaya zorlandı, hareminin nefret
edilen baş haremağası ayak takımı tarafından Galata Köprüsü’ndeki bir lambaya
asıldı. Köleler ve daha düşük rütbeli harem ağalarıysa sokakta kaldı.
Haremdeki kadınlardan bazıları ailelerine geri
dönüyordu. Diğerleriyse ya evlendirildi ya da hizmetçi olarak verildi. Pek
azının Topkapı Sarayı’ndaki eski hareme dönmesine izin verildi.
Ne var ki sonunda onlar da taşınmak zorunda
kaldılar. Saray müzeye dönüştürüldü ve saltanatın resmi olarak kaldırılmasının
ardından, 1924’ten itibaren dünyanın dört bir yanından meraklı gözlere adım
adım açıldı. Ancak harem dairesi içinde yaşananlar hiçbir zaman tam olarak
bilinemedi.
Yorumlar
Yorum Gönder