LASTİK SAİT BEY




Sait bey, bir dönemin en tanınmış popüler gazeteci yazarlarından birisidir. Asıl ismi Mehmet Sait’tir ama kimse onu bu ismiyle bilmez. Kemalpaşazade Sait Bey yada Lastik Sait Bey olarak anılır. Bir insanın isminin önünde babasının adının olması onun aileden gelen gücünü gösterdi. Nitekim babası sultan kahyalarından İbrahim Ağa’nın oğlu Ahmet Kemal Paşa dönemin nemli isimlerinden birisidir. Bugünkü adıyla Milli Eğitim Bakanlığı olan koltuğun ilk sahibi, çeşitli ülkelerde elçilik yapmış bir vezirdir. Şiir yazacak kadar Farsçaya olan hakimiyeti, kendisini Sultan II.Abdülhamid’in Farisi öğretmeni de yapmıştı. Oğlu Sait Bey’in de padişahla olan yakınlığı bu ilişkiyle başlamıştır.

Sultan Hamit, Fransız gazetelerinde aleyhine yazı çıkınca Sait Bey’i hemen Yıldız’a çağırtır ve ona cevap niteliğinde yazılar yazdırırdı. Bazen de kızdıkları hakkında hiciv yazması için saraydan birini gönderir, Sait Bey de anında bu isteği yerine getirirdi. Hicivleri okuyunca gülen ve mutlu olan padişah, yazdıklarını yayımlamamasını da sıkı sıkıya tembih ederdi.

Sait Bey, padişah için sadece hiciv yazmıyordu. Yıldız’da bulunan jurnaller içinde Sait Bey’in yazdıklarının da olduğu Sultan Hamit’in iktidarı sonrası ortaya çıkmıştır. İktidarın bu kadar yakını olmanın faydasını da görüyordu. Vakit ve Tarik gazetelerinde yazıyor; Galatasaray, Mülkiye ve Hukuk mekteplerinde öğretmenlik yapıyordu. Şüra-yı Devlet Bidayet Mahkemesi Başkanı da olmuştu. Çok şöhretliydi ama öğrencilerine göre bilgisi yetersizdi ve öğrencilere hiçbir fayda sağlamıyordu.

Sait Bey için en ayrıntılı yazıları yazan Hikmet Feridun Es, kendisi için münakaşa pehlivanı demiştir. Sait Bey, devrin meşhur Beyoğlu’ndaki Yani Birahanesi’ni ikinci işyeri olarak kullanıp hiç şaşmadan her gün orada oturuyordu. Bir taraftan çok kızdığı çeviri hatalarını bulup, yazıyor ve sonradan yayımlıyordu. Diğer yandan da aklına eseni çok sert ve incitici olarak hicvediyordu.

Bir ara kalemine Abdülhak Hamit’i dolamıştı. Kendisi hakkında makineli tüfek gibi seri durumda yergiler yazıyordu. Abdülhak Hamit, şatafatlı hayatıyla bilinirdi. Gözden düştüğü bir zamanda Beyoğlu’nda bastonuna yaslanarak yürürken Sait Bey görmüş. Böyle bir fırsatı kaçırmayan Sait Bey de fayton bulamadığı için bastonsüvar olarak dolaşıyor diye yazmıştı. Hamit Bey o esnada Golos’ta konsolostu, bunları okuyunca cevap olarak bir telgraf yolladı

İbn-i Kemal sandık

Ebu cehilmiş meğer

Yani, Kemal’in oğlu sanıyorduk meğer cehaletin babasıymış demişti.

Daha sonra Ahmet Mithat Efendi’ye sataştı, bir, iki, üç…. Durmadan saldırıyordu. Ünlü yazar Muallim Naci, Mithat Efendi’nin damadıydı. Ölümünden sonra Sait Bey, Naci’nin iç güveysinden bile hallice değildi diye yazıp, kayınpederinin Naci’ye haksızlık yaptığını söylüyordu. Artık kavga aile meselesine sıçramıştı. Sonuç mu? Tanıkların anlattığına göre, Babıali Yokuşu’nda iriyarı sakallı birisi elindeki sopayla, ufak tefek top sakallı birisini kovalıyordu. İlk manzara buydu. İriyarı şahıs yani Ahmet Mithat, sonunda ufak tefek olanı yani Sait Bey’i yakaladı ve Beykoz’daki çiftliğinde özel olarak yaptırdığı sopayla tabiri caizse evire çevire dövdü. Vukuat bununla kalsa yine iyiydi, az bir kişinin bildiği bir kavga olacaktı. Ama ertesi gün Mithat Efendi, Tercüman-ı Hakikat teki köşesinde Sait Bey’e Dayak başlığıyla yaşananları ballandıra ballandıra anlatınca duymayan, bilmeyen kalmadı. Mithat Efendi’ye iki yıl hapis istemiyle açılan dayak davası, araya giren ortak dostların ricası üzerine Sait Bey’in davadan vazgeçmesi üzerine  düştü. Aynı zamanda devrin en çok para kazanan yazarıydı. Bu kadarcık dayak da olur artık deyip sineye çekti. Ama bir akşam evinde rakısını yudumlarken çalan kapı bütün dünyasını altüst edecekti. Gelenler devrin polisleriydi ve kendisini Beşiktaş Muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa’nın beklediğini, birlikte karakola gideceklerini söylediler. O Yedi-Sekiz Hasan Paşa ki, Sultan Hamit’i devirip yerine V.Murat’ı geçirmek isteyen Ali Suavi’nin kafatasını elindeki süpürgeyle parçalamış, sert mi sert, herkesin korktuğu birisiydi. Beşiktaş Karakolu’nda Hasan Paşa, Sait Bey’e bir mektup uzattı ve tek soru sordu: Bunu siz mi yazdınız? Sait Paşa Evet diye cevap verince, karakoldaki işi de, İstanbul’daki mevcudiyeti de, memleketteki iktidarı da o an bitti. Hemen bir gemiye koydular ve Yemen’e gönderdiler. Zaten gözden düşmeye başlamıştı. Çünkü hicivlerinden padişah bile nasibini alıyordu; kısacası gücünün kendinden kaynaklandığını zannetmiş ve şımarmıştı.

Yemen’de Sana Kalesi’nde 9 yıldan fazla mahpus kaldı. Bu süre içinde ne bir gazete okuyabildi ne de birisiyle görüştürüldü. Hatta yıkanmasına bile izin verilmedi. Sana Kalesi’ndeyken sık sık hekim istiyordu, sadece hastalandığı için değil dünyadan da haber almak için. Gelen iki hekimle Fransızca olarak hızlı hızlı konuşuyor, ülkede ve dünyada neler oluyor onlardan öğreniyordu. Dış dünyayla tek teması da buydu. Üstü başı lime lime olmuştu ama yeni giysi alamıyordu.

Sait Bey, evine ancak 1908’de II.Meşrutiyet ilan edilince dönebildi. Gidişi sessizdi ama dönüşünde özel vapurla ve mızıka takımıyla karşılandı. Yorgun bedenini Kadıköy’den Altıyol’a kadar sedyeyle taşıdılar. Aşırı derecede zayıflamış, bütün dişleri dökülmüştü. Görenler tanıyamıyordu. Sultan Hamit döneminde 23 yıl boyunca el üstünde tutulmuş, son 9.5 yılında ise zindanda yatmıştı.

Döndükten sonra tercüme hatalarını bulup yayımlamaya devam etti, ama artık devir başka devirdi ve hele onun devri hiç değildi. Yine de çektiklerine karşılık Şura-yı Devlet Tanzimat’a başkan olarak tayin edildi. 1912’de altmış yaşını doldurması üzerine yaş haddinden emekli edildi. 1921’de 73 yaşında vefat etti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BEGONVİL

ANADOLU'DA İLK MOĞOL İSTİLASI

ŞİMDİYE KADARKİ EN İYİ 20 VOLEYBOL FİLMİ